ludwig

ludwig van beethoven
şöyle bir şey de var okursanız: ay ışığı

ludwig van beethoven bir dahi çocuk değildi… öğretmenleri de ondan hiç memnun değildiler… ona bestecilik öğretmekte olan albrechtsberger; “beethoven şimdiye kadar bir şey öğrenemedi, bundan sonra da öğreneceği yok, besteci olarak ben onda en küçük bir ümit dahi göremiyorum” demişti… aslında beethoven, öğretmenlerinin anlayamayacakları derecede büyük hayaller peşindeydi…

güler misin ağlar mısın... sen koskoca albrechtsberger ol, git öğrencin hakkında bu kadar isabetsiz salla!... tabii beethoven ve einstein gibi bazı tipler, büyük ihtimalle sonradan açılıyorlar... einstein da "bana aptal dediler, atomu parçalayıp, ellerine verdim" demiş... bunun bir bilimsel açıklaması olmalı... ama mesela mozart aptal değildi çocukken... 5-6 yaşlarında başladı mozart bestelerine... elinde kalem, önünde nota defteri, bahçede boylu boyunca uzanıp, beste yapıyordu mozart... 35 yaşında hakkın rahmetine kavuştu... demek ki sonradan açılmakta yarar var, erken vakitte terk-i diyar etmiyorsun...

burada albrechtsberger in aslında hiç suçu yok çünkü beethoven gerçekten çok geç açılmış... bir türlü başlayamamış doğru düzgün beste yapmaya ama başlayınca da tam başlamış... geç olsun, güç olmasın...albrechtsberger in tek hatası, gördüğünü ifade etmek olmuş... demek ki temkinli olmakta fayda var... tarih affetmiyor... laf ağzından çıkmış bir kere ve benim bile dilime düşmüş adamcağız... normalde öğretmene kızılır ama kızmamak lazım beethoven konusunda...

demek ki ya öğretmeniniz sizi aşağılayacak yada cahil birileri sizi dürtükleyecek atılım yapmanız için... bir diğer çok önemli konu ise; büyük hayaller peşinde olacaksınız...

dönelim beethoven a yine...
saçı başı darmadağınık dolaştığı için herkes onu itici buluyordu... fakat her şeye rağmen beethovenin bir çok da dostu vardı… hayatın gerçekleri karşısındaki davranışları da çoğu kişinin hoşuna gidiyordu… kalabalık yerlerde ve arkadaş toplantılarında daima yabancı kalıyordu ama bu toplantılarda da herkes sadece onunla ilgileniyor, herkes onunla konuşmak için sabırsızlanıyordu…
beethoven, bir süre neşeli, kayıtsız bir insan olmayı denedi… hatta kendine bir atlı araba almayı düşünecek kadar da lükse merak sardı… parlak renkli kumaşlardan elbiseler yaptırıyor, dans dersleri alıyor ve etrafını saran genç kızlarla dostluk kurmaktan da çekinmiyordu… beethoven, viyana sosyetesinin bir numaralı erkeği olmuştu. her yere davet ediliyordu, her gittiği yerde itibar görüyordu… ama çok geçmeden bütün bunlar, asi ruhlu bestecinin sinirine dokunmaya başladı… asillerin ona yakınlık göstermeleri öfkelenmesine sebep oluyordu… “ben dünyaya mutlu bir hayat sürmek için değil, büyük eserler yaratmak için gelmişim” diyordu…
şimdi bu psikoloji bence çok tipik bir kaynama psikolojisi... beethoven aslında hiç bir şeyden memnun değil!... nefret ediyor toplumdan ve çevresindeki her şeyden... rock icat edilmiş olsa, sahnede gitar parçalayacak adammış tam... böyle insanların eserlerini günümüzde ağır abiler ve ablalar gayet ağır ve nezih ortamlarda ve oldukça sıkıcı kurallarla dinleyip dinletiyorlar ya! pek bi gülüyorum o asil hallerine:)... neyse... bu bloğu, bu lafı edebilmek için açmıştım zaten...

içinde olup bitenler yani içinden çıkacak olanlar çok büyük ama bir türlü çıkartamıyor... ruhsal bir hastalığı var mıydı bilmiyorum ama büyük ihtimalle ciddi depresyon geçiriyormuş o dönemlerde... "onlardan biri" olmayı denemiş! ama denemekle olmuyor...

aslında zorlamayla da olsa, onlardan biri olmayı başarmış! yani aslında beethoven gibi tipler, her şeyi başarırlar ama önemli olan tatmin olup olmamak... eğer karaktersiz biri olsaymış aslında çok rahat devrin büyük saray bestecilerinden biri olabilirmiş ama olmamış...

çok da büyük konuşmuş! ortada hiç bir şey yokken "ben büyük eserler yaratmak için dünyaya geldim" diyebilmek ciddi özgüven ister... düşünsenize, devrin sosyetesinin içinde bir adam, ortada hiç bir elle tutulur eser yok ama çok büyük konuşuyor... şimdi büyük eserler vermiş olduğunu bildiğimiz için üstünde durmuyoruz ama aslında çok büyük bir özgüven ve hayalperestlik... yada şundan emindi: toplum, gün gelecek onu mutlaka anlayacak... bundan emindi zannedersem çünkü örnekleri çok bu durumun... mesela satie çok sonra anlaşılmadı mı?...

yeterince özgüven ve hayal başarının önemli anahtarları olabilir... tabii sağlam karakteri de unutmamak lazım...

tekrar vurgulamak istiyorum; biz bugün her şeyi bildiğimiz için, okuyup geçiyoruz ama hem albrechtsberger in düştüğü durum önemli, hem de ortada zerre kadar bir işaret olmamasına rağmen, beethoven nın hisleri çok önemli...

çok büyük olmak ile, tarihin büyük şarlatanlarından biri olmak arasında çok ince bir çizgi mevcut!... bıçak sırtı...

bu arada belirteyim, şarlatan latin kökenli dillerde charlatan yada kök olarak örneğin ispanyolcada charlar dan gelmektedir... ve kök olarak ifade ettiği anlam "bol konuşan" dır... sadece konuşur bol bol ama desteksiz konuşur... demek ki şarlatanlık boş konuşma ile başlıyor, sonra alışkanlık oluyor...
beethoven, annesinin ölümünden sonra hastalık korkusundan kendini bir türlü kurtaramamıştı… vücudunun hep ağrılar içinde olduğunu zannediyor, kendini hasta zannediyordu... herkesin onu iyi bir piyanist, kötü bir besteci olarak tanımasından da çok şikayetçiydi… silik bir kişi olması sebebiyle arkadaşlarının ona cesaret vermemeleri beethoveni ümitsizliğe düşürmemişti… dehasının er geç anlaşılacağından emindi…
özgüven, hayalperestlik, sağlam karakter dedik, şimdi de ümitsizliğe düşmemeyi eklemek gerekiyor...

tabii ille de cesaretlendirilmeye de gerek olmadığı ortada... silik bir kişi olduğu için, çevresi de hiç bir şey beklemiyor beethoven dan!... düşünsenize, adamın içinde bulunduğu durum resmen içler acısı... olumlu hiç bir şey yok... en fazla iyi bir piyanist! o kadar... belki o da ayıp olmasın diye öyle söyleniyordur kendisine...

tek elle tutulur olumlu bir şey var ortada; beethoven kendinden çok emin...
müzik eleştiricileri beethovenin yenilikler peşinde koşmaktan vazgeçip eski usulde eser bestelemesini tavsiye ettiler… fakat beethoven ikinci senfonisiyle eleştiricilere adeta meydan okudu… bu senfoninin ikinci bölümünde orkestranın çeşitli sazları bir melodiyi karşılıklı tekrarlayarak bir nevi notalı dedikodu yapıyorlardı… iki ayrı grubun aynı melodileri karşılıklı tekrarlanmasından sonra üçüncü bir grup araya karışıyordu… eleştirmenlerden biri beethovenin bu eserini dinledikten sonra; “bu gidişle bizim orkestralar sazlı dedikodu dernekleri haline gelecek” dedi… beethoven bu sözleri de duymamazlıktan geldi... “birkaç sineğin ısırması yarışı kazanmaya azmetmiş bir atı durduramaz” diyordu… eleştiriciler ise; “beethovenin sadece bir konuşmadan ibaret olmakla kalmayıp, aynı zamanda gramer yanlışlarıyla da dolu olduğunu” belirttiler… onların düşüncelerine göre bu konuşma, cahil bir adamın konuşmasından farksızdı… beethoven, bu sert hücumlara da aldırmadı…
farkındaysanız, 2. senfoni çıkmış! ama ortada elle tutulur en ufak bir belirti bile yok beethoven in müzik tarihindeki konumu açısından... olumlu hiç bir şey yok... yerin dibine batıran bir sürü eleştiri var... hakaret boyutlarında yerin dibine batırmalar var... diğer yandan da adamcağız resmen hasta yada hasta olduğunu düşünüyor... beethoven, mozart ın öldüğü yaşı geçmiş ve dibe vurmuş durumda... ama muhafazakar eleştirmenlerin yaklaşımları zerre kadar umrunda değil...

özgüven, hayaller, karakter ve umuda şimdi de belki hırsı ve inancı eklemek gerekiyor... sinekler ısırdıkça at hırslanıyor ve anlaşılacağından da emin olacak kadar inanıyor kendisine...
hiç kimsenin önünde eğilmeyen, kimsenin sözünü dinlemeyen bu inatçı ve kibirli adam, her gün yeni bir gönül macerasının esiri oluyordu... beethoven, bir kadının kalbini kazanmak için gerekli olan meziyetlerin hepsinden yoksundu... üstelik son zamanlarda kulakları da ağır duymaya başlamıştı. bestecinin ilgilendiği kadınlar onun bu durumuna üzülüyor, genç adama acımaktan kendilerini alamıyorlardı…
beethoven, insanlığın kurtarıcısı, saltanatın düşmanı olarak tanıdığı napoleon bonaparte a hayrandı… bestelediği üçüncü senfoniyi de ona ithaf etmeyi kararlaştırmıştı… tam eserin müsveddelerini parise göndermeye hazırladığı sırada napolyonun fedakar kahraman hüviyetinden sıyrılıp kendini imparator ilan ettiğini duyunca müthiş sinirlendi… öfkeyle senfoninin ithaf sayfasını yırttı ve "demek napolyon da alelade bir insanmış, diğer diktatörler gibi o da insan kalplerini zedelemekten başka bir şey bilmiyor" diye bağırdı... üçüncü senfonisini napolyona ithaf etmekten vazgeçerek, eserine “kahraman” adını koydu ve "vücudu hala yaşadığı halde ruhu çoktan ölmüş olan bir büyük adamın hatırasına hürmeten" kelimelerini ekledi…
yapılacak bir yorum da yok... gerçek büyük sanatçı bakışı... daha önce belirtmiştim, isteseydi çok popüler bir saray sanatçısı olabilirdi... ludwig van beethoven olamazdı sonsuza kadar ama hayatını yaşayabilirdi!!!...hayatını yaşayıp, star olup, ruhu çoktan ölmüş yaşayan bir beden olmak ile; sefalet içinde yaşayan bedensiz bir ruh olmak ve sonsuza kadar ludwig van beethoven kalabilmek arasında da çok ince bir çizgi var... beethoven, sonsuzluğu seçmiş...
bir gece, yanında yaşadığı prensin sarayına napolyonun ordusuna mensup subayların geldiğini görünce o gece piyano çalmaktan vazgeçmişti… prens "misafirlerimin huzurunda piyano çalmazsan, harp esiri olarak şatoda hapsedileceksin" diye ihtar etti… bu sözler üzerine beethoven hiç bir şey demeden şatodan dışarı çıktı ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında üç millik yolu yürüyerek kasabaya geldi… burada araba beklerken prense de bir mektup yazdı: "prens" diye başlamıştı, "sen bugünkü halini, doğuşuna ve talihine borçlusun… ben ise kendi kendimi yetiştirdim… bugüne kadar binlerce prens geldi geçti, bundan sonra da binlercesi yaşayacak… fakat yeryüzünde yalnız bir tek beethoven olacaktır"
bu prens konusunu açayım, çünkü burada açık değil... bu prens, aslında beethoven in değerini yaşarken anlayabilen tek kişi!... onun gerçekten ne olduğunu anlayabilen ve sefil bir hayat sürmeden müzik çalışmalarını yapabilsin diye kendi şatosuna alıyor beethoveni... ona destek olan tek kişi bu prens... ama çok hassas bir konuda kırıyor beethoven i!... belki de hiç kimseyi umursamayan beethoven için gerçekten ağır bir tehdit oluyor... prensi prens yapan sadece doğduğu aile!... ama beethoven eserleriyle, doğruluğuyla, korkusuzluğu ve inancı ile beethoven...

kralla ilgilenmeyişi
beethoven krala hiç pas vermezken
beethovenin hayatının en önemli olaylarından biri de onun ünlü şair goethe ile tanışmasıdır… beethovenin sağırlığı iki şöhretin rahatça konuşmasını önlüyordu... fakat birbirlerinden hoşlandıkları için sık sık ormanda yürüyüşe çıkıyorlar, hiç konuşmadan dakikalarca yürüyorlardı... bazen de aralarında fikir ayrılıkları beliriyordu... goethe, asaleti her şeyden üstün tutuyordu... onun aksine beethoven de demokrat ruhluydu… bir gün parkta dolaşırken krala rastladılar… beethoven, karşıdan gelenlere hiç aldırmadan başı yukarda yoluna devam etti... goethe ise yanındakilere hürmette kusur etmedi... sonra da yaptığı kabalıktan ötürü beethoveni azarladı... azarlanan beethoven ise “imparator ve imparatoriçeler her gün dünyaya gelirler, ludwig van beethoven ise, sadece bir kere” dedi ve bu yüzden de iki dostun arası açıldı…
bunu okuyunca, goethe ile ilgili bir yazım vardı, ilk olarak gidip onu tamamen silip attım... beethoven in demokratlığı ve kişisel duruşu hakkında denebilecek hiç bir şey yok... helal olsun... sadece narsizmin doruklarında yaşadığı kesin... sadece asilliği küçümsemiyor... kendini yüceltiyor...
çeşitli sıkıntılar ve artan sağırlık beethovenin gerektiği kadar fazla çalışmasına imkan bırakmıyordu… sekiz senfonisini de 1815 ten önce bestelemişti… dokuzuncu senfonisini ise 1824 ten önce tamamlayamadı... dokuz yıl süren ızdırap büyük bir neşe tufanıyla son bulmuştu... dokuzuncu senfonisi o güne kadar bir benzerine daha rastlanmamış, inanılmayacak derecede güzel bir eserdi... dokuzuncu senfoniyi dinleyenler kulaklarına inanamıyorlardı... bu muazzam eser, ilk defa 7 mayıs 1824 tarihinde viyana kraliyet tiyatrosunda çalındı…
tabii 9. senfoniye kadar olan eserleri de yabana atılacak eserler değil kesinlikle... hele hele 5. senfoni!... ama 9. senfoni özellikle o dönem için çok farklı ve inanılmaz iyi idi... günümüzde de öyle değil mi... senfonisinin son bölümüne friedrich von schillerin neşeye övgü (ode an die freude) isimli şiirini seçmiştir... bu son insan sesli kısım, bugün avrupa birliğinin ulusal marşıdır... eserin tamamlanması oldukça uzun sürmüştür ve fransız ihtilali etkisi fazlaca yansımıştır... son bölümdeki neşe bu sebepledir büyük ihtimalle...

 son konser sahnesinde
immortal beloved - gary oldman son konser sahnesinde
kulakları artık adam akıllı sağırlaştığı halde besteci eserinin idaresini başkasına bırakmak istememişti... konseri başından sonuna kadar hiçbir aksaklığa sebep olmadan idare etti... fakat konser bitip de halkın çılgınca alkışları salonu inletmeye başladığı zaman beethoven, hayatının en acı dakikalarını yaşadı… çevresinde olup bitenlerden habersizdi... alkışlara karşılık olarak halkı selamlamasını ona işaretle anlatmaya çalıştıkları zaman da bestecinin üzüntüsü son haddini buldu... dehşet içinde iki eliyle kulaklarını kapadı, hıçkıra hıçkıra ağlayarak salondan uzaklaştı… kader, beethoven a en büyük darbesini indirmişti…
napolyondan krala, prensten goethe ye kadar herkesin karşısında dimdik durmuş... kendi hocası daha yolun başında yerin dibine batırmış... çevresi kendisini silik bir kişilik olarak görmüş... "olsa olsa iyi bir piyanist olur" dan öteye geçememiş... hiç bir eleştirmenden olumlu tek bir yorum almamış... derin ruhsal çöküntüler yaşamış... hastalık hastası olmuş... gerçekten hasta olmuş, dev bir bestecinin başına gelebilecek en büyük derde sahip olmuş, duyma yetisini kaybetmiş olan bir devden; dünyanın en tanınmış, en büyük bir kaç bestecisinden biri olan ludwig van beethoven dan bahsediyoruz!... konu müzik değil de insan ludwig olduğu için olay daha da dramatikleşti...

devrimcilik kolay değil... eleştirmenlerin popolarını yalasaydı, aslında çok da rahat becerebildiği devrin sosyetesine uyum sağlayabilseydi, kralların önünde yerlere kadar eğilseydi, napolyona yanaşsaydı yine adı hala daha iyi bilinen bir besteci olurdu... günümüzde sahip olduğu noktada olurdu yine... ama hayatı boyunca o "dünyada tek olan ludwig van beethoven" olarak gördü kendini... ve hala daha dünyada bir tane beethoven var... önünde eğilmediği kralı hatırlayan ve bilen yok... kesinlikle napolyondan ve goethe den çok daha iyi bilinen ve tanınan bir kişilik ludwig...

farkındaysanız, bu yazı başından sonuna kadar çok yüksek bir ego üzerine kurulu... "ego" denen şey günümüzde çok hatalı bir şekilde "egoist olmak" la karıştırılıyor!... gerçekte ego; "kendini bilmektir"... kendini bilen, egoizme zaten ihtiyaç duymaz... ludwig i, ludwig van beethoven yapan, kendini bilmektir...

son mücadelesi iki gün iki gece sürdü... artık koma halinde yatıyordu... dışarıda ise korkunç bir fırtına hüküm sürmekteydi... şimşekler çakıyor, rüzgar uğuldayarak esiyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu... bir ara şimşek çakmasıyla ölümsüz besteci de gözlerini açtı, sağ elini havaya kaldırdı, hafifçe boşlukta salladı, sonra başı geriye düştü...

kulaklarının duymamasından başka bilinen ölümcül bir hastalığı yoktu... büyük ihtimalle daha fazla yaşardı ama 9. senfoninin sergilendiği ilk konserde yaşadıkları kendisine çok fazla ağır gelmişti... kendinizi onun yerine koyun; hayatınız boyunca sizi mutlaka anlayacakları günü hayal ediyorsunuz... her şeye göğüs geriyorsunuz... hiç duymayan kulaklarınızla bestelediğiniz çığır açan senfoniyi yine sağır kulaklarınızla yönetiyorsunuz... salon alkıştan yıkılıyor ama siz o alkışı duyamıyorsunuz... resmen acınan bir zavallısınız!... her insan mutlaka bir kere acınacak bir zavallı olma durumunu yaşamalıdır...

topluma göre büyük zayıflıklar olarak kabul edilen duygu ve davranışların neredeyse tamamı var ludwig van beethoven da!!!... öfke, küsme, kırılma... yenilgiler... hırs... önemsenme ve değer verilme isteği... gurur... farklılık ve fark yaratma... heyecan ve tutku... hastalık boyutunda korkular... çekingenlik ve toplumdan kaçma... hayalperestlik... ve en kötüsü acınacak durumda bir zavallı gibi hissetme ve utanma... ağlama...

bir tek "hata" dan bahsetmedik!...

aman eksik kalmasın... bir çok bestecinin biyografisini okurken hep dikkatimi çeken bir şey olmuştur; kader!... sanki bestecilerde çok derin bir kader korkusu yada belki korku demek yanlış olur, kader hüznü var sanki... beethoven da da fazlasıyla var... mesela 5. senfoni bile kader senfonisi olarak tanınır... çok yaygın olarak rivayet edilir ki; beethoven 5. senfoni üzerinde çalışırken, kapı 4 kere sert bir şekilde yumrukla çalınır... (tak tak tak tak)... emin değilim ama bir çok yerde kapıyı çalanın ev sahibi olduğu söylenir... kirayı almaya gelmiştir... beethoven o ünlü girişini o anda hemen bulur 5. senfoninin ve "kader kapıyı böyle" çalar efsanesi doğar, bugüne kadar gelir... dünyanın en tanınmış, en iyi bilinen ve en çok çalınan senfonisi olan kader senfonisi bile olumsuz eleştiri almamakla birlikte, o dönemde göklere de çıkarılmamıştır!... sonradan hak ettiği yere kavuştur 5. senfoni...

5. ve 6. senfonilerin galası aynı konserde yapılmıştır... beethoven işi aceleye getirmiştir biraz... orkestra ile sadece tek bir prova yapmıştır... salon yetersiz ve soğuktur ve en önemlisi orkestra bir çok hata yapmıştır... hatta müzisyenlerden birinin çok ciddi hatası sebebiyle, beethoven konseri kesmiş, baştan başlamıştır... alın bunlar da bir galada asla olmaması gereken hatalar olsun... beethoven in bir çok hatası var aslında... mesela aynı anda birbirinden çok farklı eserler üzerinde çalışması... bir senfoni üzerinde çalışırken, araya 5-6 farklı eser sıkıştırması ve onlara öncelik vermesi vs vs vs... peki çok mu önemli oldu bu hatalar?... bugün bakınca hiç de göze batmıyorlar... toplumun yadırgadığı her şey fazlasıyla, hatta abartılı biçimde var... hem de kimde? ludwig van beethoven da!

aslında toplumun yadırgadığı, kabullenemediği her şeyin büyük bir sanatçıda olması çok normal ama insan ludwig olarak, hayatın en büyük dibe vuruşlarını ve hayatın getirebileceği en büyük tepe noktalarını aynı hayatın içinde yaşamak pek de kolay değil... dibe vurmuş bir zirvedeki dev olmak çok da saçma bir hayat değil mi?... kader işte sonuçta...

zaten en büyük sözünü de ölürken söylemiştir bu sebeple: "komedi bitti" demiştir hayata el sallayarak ve ölmüştür...

Yorumlar

Popüler Yayınlar

Popüler Yayınlar